Sunday, November 16, 2008

türkçe


boylu boyunca mashdots (prospect) caddesi, şehri ortaladığını söylemek yanlış olmaz. sol üstte göremediğiniz güzellik, büyük ağrı.



eh, üstüne yazı yazacak kadar kaldım ermenistan’da. 'ne kadar' derseniz: havaalanına iner inmez beleşe edinilebilen ermenistan cep hattından bir keresinde yanlış numara olarak aranacak kadar.. kendime “mekan”lar edinip düzenli olarak takılmaya başlayacak kadar.. birkaç kere yolda durdurulup adres sorulacak kadar – gerçi bunda defalarca işittiğim “fena halde ermeni tipim olması”nın da rolü vardır elbet; buraya daha sonra döneceğiz. işin komiği, sorulan adresi de verecek kadar – evet efendim, erivan’da, herhangi birinin değil bir taksi şoförünün, “l’orange cafe’nin nerede olduğu” sorusunu “tumanyan caddesi’nde” şeklinde cevaplamışlığım var.

ermenistan’da 11 gün kaldım. birinin bir derdine zerre kadar deva olur diye, yaşadıklarımı, gözlemlerimi, bendeki izlerini buraya yazıyorum.
türk-ermeni ilişkileri, malum, derin yara. şifa niyetine..


uçuş ve ülkede ilk adımlar


şu an ermenistan’a gitmenin iki makul yolu var: türkiye’den yapılan dolaylı ihracatla aynı yolu izleyerek gürcistan üzerinden karadan gidebilirsiniz; veya, benim gibi istanbul-erivan uçabilirsiniz. havada şimdilik tek seçeneğiniz olan armavia ile gidiş-dönüş bileti 550 dolar, takdirlerinize bırakıyorum. abuk-subuk saatlerde uçuyor-konuyor olmak da cabası.

yeşilköy havaalanında, türkiyeli ve ermenistanlı ermenilerle beraber uzun bir kontuar sırasının cefasını çekip uçağa biniyorsunuz. geç kalan, daha doğrusu havaalanında bir yerlerde kaybolan yolcular yüzünden uçak geç kalkıyor - buna “olur öyle arada, bana denk gelmiştir” derdim; ama aynısı dönüşte de oldu. hosteslerin tavırlarındaki donukluğun, gittiğim ülkede hep karşılaşacağım hizmet kalitesinin ilk işaretleri olduğunu henüz fark edemiyorum elbette. minimum aralıklarla koltuklar, tam olarak ne olduğunu anlayamadığım soğuk bir et yemeği ve tütsülenmiş peynirden (daha sonra erivan'da da tattım, değişik ve hoş bir şey) oluşan yemek ikramı, 1 saat 45 dakika olarak anons edilen ama 1,5 saatte tamamlanan bir uçuş (dönüş uçuşu iki saat sürdü, ve tahmin edebileceğiniz gibi aradaki farkların ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok), erivan ışıklarının gittikçe yakınlaşması... ve son derece tatlı, yumuşak, pencerelerden şehri sindire sindire bir iniş. sınır komşumuzla aramızdaki zaman farkı iki saat: türkiye’den gece 1’de havalanıp iki saat uçarsanız saat sabahın 5’i oluyor.

para bozdurma-vize-pasaport kontrolü işlemleri 45 dakika gibi çok başarılı bulduğum bir sürede bitiyor. başarılı, çünkü ülkenizin diplomatik misyon kurmadığı bir ülkedesiniz, bu yüzden vize işlemini indiğinizde havaalanında yapıyorsunuz.
vize başvurusu tek sayfalık basit bir form. bu formu ve pasaportumu görevliye teslim ettim. kısa sürede işlemleri yapıp vizemi verdi ve pasaportumu iade etti. “tamam mı” diye sordum, “tamam” dedi. birkaç adım uzaklaştıktan sonra, vicdanının esiri bir adam olarak geriye döndüm: “bu işlemin bir masrafı yok mu?” anlamadı, tekrarladım: “benden para istemeyecek misin?” pasaportu açıp “15.000 dram” ibaresini gösterdi (300 dram eylül '08 itibariyle 1 dolar). “iyi de benden para almadın ki?” dedim. “pay it! (“ödesene!”) diye çıkıştı, para işini unutan benmişim gibi. neyse, neticede eğleniyoruz.
vize görevlilerinin aksine, güleryüzlü bir pasaport kontrolünden ve mecburen duty-free shop’tan geçerek ülkeye giriş yapıyorsunuz.

havaalanından dışarıya adım atanları “cccp” (rahmetli sscb) karşılıyor: gri, soğuk, biraz ürkütücü kocaman betonlar. şehre yaklaşana kadar, burasının bir eski sovyet cumhuriyeti olduğunu yeterince hissediyorsunuz: kötü yollarda ve bakımsız binalar arasında kısa bir yolculuk.


ermenistan’daki “evsahibem” azniv andreasyan, beni şehre getirmek üzere bir taksi ayarlamıştı. o taksiciyle buluşana kadar başka bir taksicinin markajından kurtulamadım. sanırım romandı, fakat romanları değil taksiciliğin evrensel karakterini temsilen oradaydı. şöyle ki: önce 65 dolar fiyat çekti, ikinci teklifi 20 dolar oldu; ben de kendi taksimle 10 dolara mı ne gittim. böyle.
taksici bahsini burada tüketmek istiyorum: para birimi, mesafeler ve taksi tarifesine alışana kadar, iki taksiciye toplam 70 dolar fazla para verdim, canım yanmadı değil. itiraz veya teşekkür etmediler. hiçbir milletin taksicisi, milleti temsil edemez. etmemelidir. geçiyorum.
*
sabah 7’ye az kala, ülkenin başkentinin ana meydanındayım (“cumhuriyet meydanı”, taksiciye sadece “meydan” diyerek de ulaşabilirsiniz); ve hava henüz karanlık. etrafta bir tane bile polis görmedim. bu durum, önceki bilgilerimi teyit ediyor: burası güvenli bir ülke. hakikatten, ne tek başıma turist olarak, ne de gecenin bir saatinde caddelerde yürüyenler namına, tatsız-tedirgin edici tek bir olayla karşılaşmadım. tekinsiz kenar mahalleler de varmış, ama o konuda söyleyenin yalancısıyım; ben kendim şehir merkezinde rahatsızlık verebilecek en ufak bir şeye şahit olmadım.
nasıl böyle olabildiği üzerine fikir jimnastiği yapalım: bir ağırbaşlılık var toplumda, gerek ortalama eğitim düzeyinin hatrı sayılır yüksekliğinden, gerekse doğululuk göreneğinden. ve elbette, kapitalizmin henüz hala emekliyor olmasından. kişi başı gsmh 1500 doların altında: halkın gelir düzeyi oldukça mütevazi. sermaye düzeni kök salsın, gelir dağılımındaki eşitsizlik şiddetlensin, o zaman tekrar gelip bakmak lazım güvenliğe falan. neyse.

hayat türkiye’dekinden bir saat kadar geç başlıyor.

ilk dikkatimi çeken şeylerden biri: gereğinden fazla bakkal/market var, ve çoğu 24 saat açık. havaalanından şehre gelirken, küçük büfesinin içinde uyuyan bir amcayı uyandırdım sigara için, o kadar açıklar yani. bakkallar, benim çocukluk zamanlarımdaki yurdum bakkalarına benziyor: solgun bir ışık, tahta raflar, açıkta satılan bisküvi/poğaçalar, vs.

sigara demişken, girelim mi.. bir kere, gençler de dahil herkes her yerde içiyor; ve, türkiye’den %50 ucuz. çeşit olarak her türlüsü ve daha fazlası mevcut. slim sigaralar moda olmuş, en delikanlı tiplerin elinde bile ince sigaralar. benim kullandığım ve manisa’da da üretilen marka, buraya almanya’dan geliyor (almanya’daki fiyat da buradakinin belki üç katı).
içki: bedava diyelim. gayet hoş bir mekanda 4 kadeh martini’ye 10 dolar ödedim. aynı keyfin türkiye’deki maliyeti, fantastik bir iş olacağı için yıllardır öyle bir şey yapmayacağım kadar yüksek. yalnız alkollü içecek bazında, burası mı ucuz, yoksa dinibütün ve (esasen ticari) cemaatçi hükümetin koyduğu vergiler yüzünden türkiye’de mi pahalı, bakmak lazım.


“harika bir daire”


pansiyon veya küçük bir otelin günlük maliyeti, möbleli bir ev kiralamakla aşağı yukarı aynı (35-50 usd). burada evler möbleli kiralanıyor, ve 1 hafta-10 gün gibi kısa süreli kiralamalar da mümkün. ben daha rahat edebilme ve daha fazla oryante olabilme adına ikincisini tercih ettim.
gören dostlarımın “harika bir ev” diye nitelendirdiği dairem: sovyet zamanından kalma 4 katlı bir apartman. gördüğüm devasa ve iç karartıcı diğer örneklere nazaran çok daha iyi durumda; ve evet, harikulade merkezi bir yerde. tavanlar da neredeyse 4 metre. bunlarla birlikte: az sayıdaki ev eşyası benimle değilse kardeşimle yaşıt, ev de pek temizlik yüzü görmemiş. üniversitedeyken gördüğüm/kaldığım öğrenci evlerinin en ‘mütevazi’siyle anca mukayese edilebilir.
(dışarıda sık sık soluyabileceğiniz anadolu esintisine kaldığınız yerde güvenmeyin: taharet musluğu yok.)
neyse, benim için gayet yeterli, her türlü mutluyum.


erivan=yerevan



yavuz sultan selim’in meşhur “revan seferi” var ya, hah: eski iran’ın revan eyaleti eşittir bugünkü ermenistan.
(şu “yavuz sultan, kanuni sultan” isim/sıfatlarını da kim bulmuşsa artık.. bırakmak lazım diyorum yavaş yavaş. bir şey değil, adamların isimlerini unutacağız.
hazır tarih dersi veriyorken devam edeyim: bölge 1828’de rus egemenliğine girdiğinde, ermeni popülasyonun oranı %18.
bu veri ışığında,
türk milliyetçilerine soru: bilin bakalım o tarihte ve tarih boyunca ermenilerin ekseriyeti neredeydi?
ve ermeni milliyetçilerine soru: “eskiden neresi kimindi” başlığı altında konuşmak istiyor musunuz gerçekten?
“inçevitse” = "neyse"..)

3 milyonluk nüfusun 2 milyonu erivan’da yaşıyor.

şimdi.. cumhuriyet meydanı’nı öğrenmiştiniz. meydandan yukarıya doğru çıkan iki caddeden solda olanı abovyan bulvarı. bu uzun caddeyi bir öğrenin, sonra bu caddeyi kesen caddelere girip çıkın, bir de abovyan’a paralel sayılabilecek “mashdots” (ermeni alfabesinin babası, 4.yüzyılda yaşamış şahıs. caddenin diğer adı “prospect”, rusça “cadde” demek) caddesini turlayın: şehir merkezini aşağı yukarı öğrendiniz, hayatta kaybolmazsınız.

türkiye’de illa tek bir yere benzetmek gerekirse, ankara diyebilirim – daha küçüğü ve çok daha sakini tabi. başkent havasından (bakanlıklar, resmi kurumlar vs.), planlı bir şehir o
lmasından (şehrin planlayıcısı tamanyan, 20.yüzyılda yaşamış bir adam. kendisine ev yapsın diye verilen parayı şehre harcamış mübarek bir insan), kültürel etkinliklerin yoğunluğundan ve insanların bunlara gösterdiği ilgiden, anıt ve heykellerin çokluğundan, vs.

önde tamanyan heykeli, arkada bir başka görülesi mimari olan "şelale".

şehrin bazı kesimleri ve bıçkın delikanlı/esmer kız tipleri, adana’yı da çağrıştırmıyor değil.
işin esası şu: ermenistan’da her an her yeri veya herkesi, türkiye’de bir yere veya bir kimseye benzeteceksiniz.

benzerliğin bu kadarına duyduğunuz şaşkınlığı atlattığınız andan itibaren de, kendinizi anadolu’nun bir yerinde, memleketinizdeymiş gibi hissedeceksiniz.

cadde isimlerini ve heykellerin kime ait olduğunu öğrenmeye çalışın; hem ermeni tarihi, hem de ulusun karakteri ve hassasiyetleri hakkında gayet öğretici bilgiler edinmiş olursunuz. hepsi de saygıdeğer adamlar. mesela bu abovyan amca bir yazar. modern ermeni edebiyatı’nın kurucusu sayılıyor. efsanesiyle meşhur: ağrı’ya bir kez çıkmış, sonra bir daha çıkmış, bir daha dönmemiş.
opera binasının önünde heykeli olan kişinin, adı şostakoviç ve prokofyef’lerle birlikte anılan, sovyet müziğinin devlerinden –ve kuralmış gibi, ve hatta komünist olmasına karşın sovyet yönetimiyle başı derde giren- besteci khaçaduryan olduğunu bilin. bunları aklınızda tutamayacaksanız, pratik bir sebeple öğrenin: heykel popüler ve ideal bir buluşma noktası.

khaçaduryan heykeli. arkada opera binası.

opera binasının öbür tarafındaki piyanist babacanyan heykeli de görülesi.

caddelerin genişliği, ve mimari/görsel değer taşıyan meydanlarla kısa mesafelerde birbirine bağlanması, başkent kavramına yakışıyor.
(bu benim 2.yurtdışı seyahatim, ilki italya’yaydı. yurtdışı tecrübeleriyle ukalalık yapabilecek bir kimse olmadığımı peşinen belirterek, cadde ve meydanlarla ilgili yukarıdaki gözlemimin bana roma’yı da çağrıştırdığını söylemek isterim.)

özellikle eski binalar, “tuf” isminde, bir tek buralardan çıkan, pembe tonlarında tatlı bir renk taştan yapılmış. hemen her binanın yan taraftan merdivenlerle inilen mahzen/sığınak tarzı bir bodrum katı var. en keyifli kafe/bar mekanlarının çoğu buralarda.
apartman kapılarında kilit yerine şifre sistemi var.

ulaşım –taksiler dahil- gayet ucuz. ama kafe-restoranlarda fiyatlar türkiye’ye yakın. çeşme suyu içilebiliyor, arsenikten bahsedene rastlamadım.

tuf taşıyla inşa edilen yapılara örnek:
cumhuriyet meydanı'ndan resmi bir bina.

...yalnız bu kadar trafik beklemiyordum; ve, yayayken yeşil ışığa güveneyim demeyin, “rakip” şoför hızını hiç kesmeden üzerinize sürmeye devam edecektir. gerçi, biraz gözlemledim, trafik sinyalizasyonunu yapan vatandaş da becerememiş. yanılıyor muyum diye iyice baktım: yayalara yeşil yanarken arabalara kırmızı yanmıyor; helal olsun. burasını görünce, trafik meselesinin bizim memlekette aşağı yukarı çözülmüş olduğuna hükmettim.
gohar ghandilyan dostumun parlak esprisiyle: “yeşil arabalar, kırmızı yayalar için!”


dil



uzun süre farsçanın bir versiyonu zannedildikten sonra, 19.yüzyılda, hint-avrupa dil ailesinin “ermenice” kolundan olduğu ‘keşfedilmiş’ (dinleri de hristiyanlık içinde kendine özgü bir yer işgal ediyor, istisna olmayı seviyorlar demek). haydi ziyaretimin son günlerine kadar slav dillerinden ayırd edememiş olmak benim kusurum olsun, ama kulağa bazen japonca gibi bile geliyor.
erivan'ın hemen dışındaki ermeni alfabesi "anıtı"
38 harf var (bazı sesler iki karakterle yazılıyor). can düşmanınızın suratına tükürmeden önce gırtlaktan çıkaracağınız “kh” sesi, bura dilinde kullanılıyor. o ve onun gibi bir-iki tanesi, beyaz türk kulağında biraz “doğulu” bir dil intibaı bırakıyor. a’lar o gibi falan.
sırf bunlar değil tabi: “ha caaan?” deyiveriyor biri. malum, bu ifadeyi türkiye sınırları içinde de duyabilirsiniz, ve düşüneceğiniz “nereli acaba bu arkadaş?” olur. buradaki anlamı ise, gayet sevecen bir “efendim canım?”

“doğu” ve “batı” ermeniceleri olarak iki lehçe var. doğu olan ermenistan, batı olan diaspora ermenicesi gibi düşünün.

isimlere de kısaca değinelim.. ermeniler sanatkarlıklarıyla, zanaatkarlıklarıyla ve ticaret adamlıklarıyla ünlü bir millet. fakat bu alanlardaki yaratıcılıkları, isim koyma/edinme işine pek yansımamış: erkeklerin yarısı tigran/dikran, veya armen/arman (ilaç için bir tane “agop” bulamadım); ulusun yarısı da sargisyan/sarkisyan veya harutyunyan soyadlarından oluşuyor. soyadlarında bol miktarda tanıdık sözcükle karşılaşabilirsiniz: nazar, minaz, mutaf, arzuman, nalbant...


siyaset



güçlü diyebileceğim bir siyasi muhalefet var. kutuplaşma türkiye’dekini andırıyor: iktidar ve diğerleri. fakat benzerlik bununla sınırlı.
iktidarda cumhuriyetçiler var (iki de koalisyon ortağı parti). 2008 şubatında yapılan başkanlık seçimlerine hile karıştırıldığı yaygın bir kanı. tatsızlık maalesef burada da kalmamış: 1 mart’ta protestocuların üzerine ateş açılmış, 10 kişi hayatını kaybetmiş. gördüğüm kadarıyla her allahın günü, bilmemne caddesinde küçük bir grup toplanıp sessiz protesto düzenliyor (caddeye parantez: eski binaları yıkıp kocaman ve çirkinlik abidesi binalar dikmişler. bayağı bir insan nefret etmiş). protesto küçük ve sessiz, çünkü dayak yiyen adamlar dayak yemekle kalmayıp polise direnmekten hapse de mahkum edilmişler . arkadaşım tevos, muhalefetin önde gelen figürlerinden birinin oğluymuş meğer. davit matevossyan 2 seneden fazla süre içeride kalacak. facebook’taki d.m.ye özgürlük grubuna üye olunuz.

tevos'la

tevos sağolsun, bilgimin zayıf olduğu bir konu olan dağlık karabağ meselesini de anlattı, bir kağıdın üzerine bölge haritasını çizerek. “öğrenmeyin daha iyi” diyeceğim, akıllara ziyan.

hileli seçim, muhalif olmak için tek başına yeter sebep elbette. yalnız, muhalefetin hükümetin hangi politikalarını tasvip etmeyip alternatif olarak ne önerdiğini, tek başıma veya politikaya mesafeli kaynaklardan öğrenme çabalarımdan sonuç alamadım. ben de doğrudan kendilerini muhalif olarak niteleyen insanlara sordum: aslında anayasada çizilen çerçeve içerisinde, temel politik açılımlarda pek bir fark yokmuş. sorun, hükümetin verdiği sözleri yerine getirmemesiymiş.
yok yanılmışım, bakın bir benzerlik daha bulduk: bugün türkiye’de de ana akım partilerden hangisi iktidara gelse, aynı makroekonomik politikaları (küresel kapitalizme tam uyum) uygulayacak, ve/veya aynı dış politikayı (“mümkünse hiçbir şey yapmayalım, elleme öyle kalsın”) sürdürecek. buradaki siyasi partiler de anlaşılan “yok aslında birbirimizden farkımız” tadında. misal, iktidarıyla muhalefetiyle, (burada da) sosyal devletten, gelir dağılımında adaletten bahseden kalmamış.
burada meşhur daşnaklar’a kısaca değinelim.. ben toplumu/dünyayı “sosyal sınıf” mantığına göre anlayabilen/açıklayabilen bir insanım. türkiye’de de örneklerini bolca görebileceğiniz “hem milliyetçi hem solcu” salatasından burada da var, bu daşnaklar işte. bu iki kavramın aynı bünyede nasıl barınabildiğini kavrayabilmekte hala zorlanıyorum.

kilisenin siyasette etkisini giderek arttırdığı gibi bir tespit de duydum.

canımın içi güzel insan varduhi şahnazaryan’ı tercüman olarak kullanarak, orta yaş üzeri bir taksici amcaya sovyetler zamanının mı, şimdiki düzenin mi daha iyi olduğunu sordum. zülfiyare dokunmuşuz, eski düzenin neden daha iyi olduğuna dair düzineye yakın örnek verdi: 100 rubleye moskova’ya gidip bir hafta tatil yapılabilirmiş, vs.vs. reel sosyalizmin eğitim, sağlık, istihdam gibi konuları kendince çözdüğü malum. ama tabi, seçme hakkın yok gibi, “ben bunu beğenmiyorum” demek zaten yasak. doğu toplumlarının da demokrasi diye bir derdi yoktur -kendinizden de- biliyorsunuz, amca özlüyor eskiyi.
gençlerde hiç öyle nostaljik bir hava yok, onların özendiği şey tüm kurumlarıyla batı kapitalizmi.

“özgürlük”ten, taksici amca, üç kuruşa tatil yapabilmeyi anlıyor, ki sonuna kadar katılıyorum; ve, bir başkası, “ben şunu, şunu beğenmiyorum arkadaş” diyebilmeyi anlıyor, ki buna da sonuna kadar katılıyorum. büyüklerimizden bu işlere bir çözüm bekliyoruz.

- stk’lar: mevcut, çok sayıda hem de. kendi yağıyla kavrulmaya çalışanı da var, yurtdışı fonlardan kaynak temin edeni de (soros’tan para almanın ayıp bir şey olduğunu henüz öğrenememişler veya bilmezden geliyorlar).
tabelasından kuruluş amacının benim ziyaret motivasyonuma paralel olduğu anlaşılan bir tanesine çatkapı girdim. beni buyur etmek yerine kapının önüne çıkan bir bayanla görüştük. türkiye’den hangi sebeple geldiğimi ve çalışmaları hakkında bilgi almak istediğimi söyledim. bana kütüphane oluşturduklarını söyledi. başka bir faaliyet alanları olup olmadığını, ve nasıl faydalı olabileceğimi sordum. kütüphane oluşturduklarını tekrarladı. kendilerini boşuna meşgul etmenin mahcubiyeti içerisinde kısa ziyaretimi sonlandırdım.


ekonomi ve refah düzeyi


“fakir bir ülke” demek yanlış olmayacak. bu memleket kendini nasıl geçindiriyor, anlamaya çalışıyorum: maden ve tarımsal ürünler ihraç ediliyormuş. zenginler al-sat’tan, ithalattan, ve tabi ki vergi vermemekten zengin olmuşlar (nasıl da anımsatıyor komşu bir ülkeyi). sanayileşmenin izine rastlayamadım.
ama cenazesine rastladım: lori eyaletine yaptığımız gezide, hurdaya çıkmış sovyet fabrikalarını çıplak gözle görme imkanını buldum. hayalinizde canlandırın: dik ve dar bir vadinin içinde akan bir nehir, nehrin iki yanına kurulmuş küçük bir şehir; ve yamaçlara yayılmış, gözlerinize inanmakta zorluk çekeceğiniz devasa boyutlarda bir fabrika; allah bilir ne üretiliyor idi. bu fabrikanın hammaddesi nereden gelir, hangi altyapıyla nereye ulaştırılır; allaha ve merkezi planlamaya emanet. kapitalist verimlilik mantığından bambaşka bir şeyle karşı karşıyasınız. “istihdam sorunu bir şekilde çözülmüş” dedim ya, bu şekilde çözülmüş işte: sistemin 70 yıl gibi kısa sayılabilecek sürede kendini yeniden üretemez duruma geldiğine şaşmamak gerek.

erivan caddelerinde, türkiye’de dahi nadir göreceğiniz modellerde ve çok sayıda lüks araba/cip fink atıyor. ve tabi bol miktarda, yürüdüğüne hayret ettiğiniz ihtiyar lada/moskviç’ler. garip ama gerçek: en az göreceğiniz tip, ara/”normal” model arabalar.

her taraf türk malı kaynıyor: kiraladığım evin kilidi, marketten aldığım ayakkabı süngeri, köşedeki tuhafiyede tavana kadar dizili nevresimler, üstünde markanın tabelasıyla beyaz eşya dükkanları (türk markası olduğunu bilen pek yok gerçi). kendi çalıştığım fabrikanın ürününü gördüm, o derece.
şehirlerarası yolarda türk tırlarını görebilirsiniz: senede 5000 tanesi giriş yapıyormuş.
ermenistan vatandaşları için türk malı kullanmak veya türkiye’ye gitmek, tersi kadar olağanüstü değil (buraya gelen türkiyeliler ağırlıklı olarak barış gönüllüleri, akademisyenler, tüccarlar, ve tabi türkiyeli ermeniler. yazın antalya-erivan charter seferleri bile var, antalya gözde bir balayı mekanı olmuş burada meğer.)


soykırım konusu ve müzesi ve anıtı


şunu belirterek başlamak en doğrusu olacak:

11 günlük ziyaretim sırasında, niye geldiğimi soran elbette çok oldu. bir türkiyeli kalksın ermenistan’a turistik seyahate gelsin, enteresan tabi (türkiyeliler için enteresan bile değil, olumsuz anlamıyla garip. yola çıkmadan önce arkadaşlarımın dahi çoğuna söylemedim). buna karşın, 11 gün boyunca, “ee anlat bakalım, soykırım konusunda ne düşünüyorsun” diyen tek kişi çıkmadı.
arkadaşlarımla buluştum, onların arkadaşlarıyla tanıştım, 2-3 günlük bir “hava koklama”nın ardından türkiyeli olduğumu her fırsatta önüme gelene söyledim: hayır, konuyu açan hep ben oldum, bir allahın kulu da ima dahi etmedi.

bunun “mesele kalmamış abicim” anlamına gelmediğini kavrayabiliyorsunuz tabi.. söylemek istediğim şu: ortalama türk vatandaşı için ermeniler diye tek tip bir insan tipolojisi var, ve bunlar soykırımla yatıp soykırımla kalkan, başka işi gücü olmayıp hayatını buna vakfeden insanlar ya; hah, alakası yok, onu demek istiyorum. konu elbette yakıcı; ama, cayır cayır yangından ziyade, kor alev.

fanatizmle ilişkisi olmadığını bildiğim ermeni arkadaşlarıma, konunun ders kitaplarında nasıl anlatıldığını sordum: tümü, objektif sayılabilecek bir dille anlatıldığını söyledi.
“o kadar insan niçin birleşip direnmedi” sorusunun sorulmaya başlandığını öğrenmek –ve bunun üzerine düşünmek- de ayrıca ilginçti.
*
bir gezi yazısında kangren haline gelmiş meseleleri çözme iddiasında değilim, gözlem ve hissiyatımı paylaşmakla yetineceğim:

- en önemsiz ayrıntı: müze tahminimden küçüktü. 60’larda sovyet döneminde yapılmış, sovyetler’in böyle bir şeye nasıl olup da izin verdiği şaştıkları bir konu. okuduğumdan hatırladığım, o yıllarda artık başlamış olan uluslararası tanıma ve baskılara bir noktada karşı koymaktan vazgeçmeleri.
- müzeyle ilgili olarak, gidip görülmesini herkese şiddetle tavsiye ettiğimi söyleyip bırakayım.
- anıta gelince: müzenin içinde hala yıkılmadıysan, orada pes ediyorsun işte. anıtın merkezinde hiç sönmeyen bir ateş, dışarıdaki hoparlörlerden gelen içli bir ezgi; merdivenlere yığılıp kaldım sonunda.
yanımda azniv vardı, -anca- şunları diyebildiğime şahit oldu: “yitip giden yüzbinlerce insan, benim memleketimin insanlarıydı. ermenistan vatandaşı değil, başka kimsenin değil, benim insanlarımdı.”
*
dediğim gibi, konuştuğum tüm ermenistanlılar, bana 1915’le ilgili bir şey sormama/ima etmeme tavrını gösterecek kadar nazik kişilerdi. fakat şu da var ki: ermenistan’da geçirdiğim süre boyunca, “tamam, özür beklemek hakkımız; ama kimse sütten çıkmış ak kaşık değil, bizim de tarihte ermeni halkı adına hareket ettiğini iddia edenlerin işledikleri şu suçlar için özür dilemeyi gündemimize almamız lazım” gibi bir atmosferin izine de rastlamadım.
acıları paylaşmak, insanlık borcu... ama, eh, hassasiyetin tek taraflısı da yeterli olmasa gerek.

*
bu konu kayıkçı kavgasını andırıyor: "soykırımı tanı!" "soykırım diye bir şey yok!"
benim milliyet gözetmeksizin herkese çok nacizane tavsiyem şudur:

en yakınınızdaki çocuğa bakın. evladınız, kardeşiniz, parkta oynayan, neyse artık: en yakınınızdakine işte.
sonra, bakarken,
artık vadesini bekleyen bir ihtiyarın, o çocuk yaşlarındayken yaşadığı dehşeti, onyıllardır süren taze bir acıyla size anlatıyor olduğunu düşünün.

“türk” veya “ermeni”den önce “insan” kimliğinizle, düşünün.
*
başa dönüp kapatayım: bu konuyu türklerle konuşmak, ermenilerle konuşmaktan çok daha zor. niyesini ben söylemeyeyim, rica edeyim siz bir düşünün.

yahudilere de bak?

birden fazla kişi sordu, demek ki belli ölçüde yaygın bir “bilgi”: m.kemal de dahil olmak üzere jöntürkler “yahudi asıllı”ymış. ilk sorulduğunda durumu süzemeyip soran kişiye özgü bir yanılgı olduğunu düşündüm, sabetaycılık anlatmaya giriştim: sabetaycılığın en çok yayıldığı yerler izmir ve selanik’ti, jöntürkler de selanik çıkışlı bir hareket olduğu için böyle bir yakıştırma yapılmış olabilir, vs.
aklım başıma sonradan geldi: birileri bu felaketi de bir yahudi komplosuna tahvil etmek istemiş, ve bu “bilgi” yayılıvermiş. misal, ben orada “a evet tabi, olabilir” deyiversem, iki kişi bazında meseleyi çözmüş gibi olacağız.
yani, insan bazen ne düşüneceğini bilemiyor. basitçe tekrar ele alalım: “20.yüzyılın ilk soykırımı nazilerin yahudilere yaptığı değil, 1.dünya savaşı’nda anadolu’da bizim başımıza gelenlerdir” iddiasında olan bir halkın içerisinde, kendi trajedilerinin, siyonizmin bir oyunu olduğuna inanmak isteyenler var. antisemitizmin geldiği noktaya mı hayret edeyim, yoksa onu da kapsayan –global- bir “milliyetçilik” tarzına mı lanet edeyim, cidden kestiremiyorum.
milliyetçilik böyle bir şey işte: düşman yaratmadan yaşayamıyor.


“benim olsa size verirdim"
erivan'dan ağrı dağı. bu kadar yakın işte.

öğrenmeyen kalmadı artık değil mi: "ararat" diyorlar ağrı dağı’na. büyük ağrı "masis", küçüğü "sis"; ikisi birden ararat. bahsi her geçtiğinde istisnasız “bu taraftan daha güzel görünüyor!” şişinmesiyle karşılaşacaksınız. ve hakikatten, dedikleri kadar var, sınırın öbür tarafından muhteşem görünüyor, benim gibi bir deniz çocuğuna bile.

“dağ görgüsü kazanır ağrı’yı bir kez görse kişi.” c.süreya

ararat’ın ulusal kültürlerindeki yerini, farklı bir yoldan/ilginç bir örnekle açıklayayım: sınırın bizim tarafından görmemiş olduğuma hep şaştılar.
inanış şu: nuh’un gemisinden inen vatandaşların “2.uygarlık”ı kurdukları yer, ermenistan platosu. gemi de, “malum”, ağrı dağı’nda. yani ararat tutkusunun incil’de yeri, ve dinine düşkün bu milletin kimliğinde güçlü kökleri var. 'ulusal kimliğin simgesi', klişe tabirle.

diğer ulusal simgeler: kayısı ve nar. kayısının bilimsel adı bile “prunus armeniaca”; ulusal çalgı “duduk”un iyisi de kayısı ağacından yapılırmış. nar da ermenilerin tüm dünyaya yayılmış olmasını temsil ediyormuş.

bitirelim: ağrı dağı için “sizin için manevi değeri çok büyük, benim olsa size verirdim” dediğimde azniv, “aynı şeyi başka bir türkiyeli daha söylemişti” dedi.


“o sizde var mı?!”


o kahır dolu ortak geçmişe lanet olsun, nasıl ayırmış bin sene komşu kapılarda yaşayan insanları.

şimdi hiç tercümesiz izahatsiz sıralıyorum: imambayaldi, kharnıyarıkh, sucukh (her iki tip sucuk, evet), bakhlava, şerbet, şaker, nargila, darçin, zeytun, bibar, badircan (domat’ı yanlış anlamışlar yalnız, salça için kullanıyorlar).
biraz daha alır mısınız: sus, hayvan, p..nk, s...r..
“iğne atsan yere düşmez”in birebir ermenicesi var. türkiye’de hoşaftan anlamayan eşekler ermenistan’da bademden anlamıyor.

genç arkadaşlarımın “o sizde var mı?!” sorusuna her seferinde alay ederek “asıl sizde var mı?” diye cevap verdim, çok hayret ederek ve imambayıldı falan da dahil olmak üzere soruyorlardı çünkü. imambayıldı’yla karnıyarık’ı tercüme ettim, kahkahalarla güldüler.

türk kahvesi/ermeni kahvesi/yunan kahvesi denen şeylerin aynı şey olduğunu söylemeyi görev bildim. kaynak dördüncü bir millet/kültür çıkarsa da şaşırmayacağım.


- kalabalığın içinde ermeni’yi nasıl ayırdedersin?
- bekle, gelip kendisi söyler.



valla ben o karakteristik burunlardan şak diye ayırdediyorum, ama konu o değil.

fikir edinin: sovyetler dağılmadan de facto bağımsızlık kazanmış (resmi bağımsızlık ilanı 1991’de) ve stalin heykelini indirip “ermenistan ana” heykelini dikmiş bir ülkedesiniz.

“ulusal gurur” denen şeyin gayet güçlü olduğu gözleniyor. en sıradan/apolitik insanın bile “ermeniyim” derken -sıklıkla başına “saf” sıfatı ekleyecekler- bundan keyif aldığını gözlemleyebiliyorsunuz. son saf(kan) insanın yüzyıllar önce rahmetli olduğunu, hepimizin gen salatası olduğunu dilim döndüğünce anlatmayı vazife edindim.
bir gösterge: olur olmaz her şeyin başına “ermeni” sıfatı koymak gibi, zaman zaman komik noktalara varan bir alışkanlıkları var. haydi “ermeni güneşinin altında yetişen ermeni kayısısı” gibi önermeleri bir pazarlama unsuru kabul edelim, ama pet şişenin üzerindeki “ermeni kaynak suyu” ibaresi de nedir yahu?
bunun niye “komik” olduğunu anlatma çabalarım da başarısızlıkla sonuçlandı. internetten bir diaspora delikanlısıyla yaptığım yazışmayı anlattım: çocuğun adı soyadı “polat torosyan”dı; bakalım biliyor mu diye toros’un anlamını sormuş, “ermeni dağı” cevabını almıştım. hayır, kastettiği basitçe “tarihi ermenistan topraklarında olan dağ” değil; allahın dağı ermeni, çinli vs.olabilir bu mantığa göre. neyse, neticede “ermeni dağı” lafının niye absürd olduğunu kimseye anlatamadım.

bu tavır, tarihte geniş bir ön asya coğrafyasına yayılmışken, şimdi çok dar olarak algıladıkları –ve denize çıkışı olmayan- bir alana “sıkışmış” olma hissiyle açıklanabilir düşüncesindeyim. yaratıcı ressam/heykeltraş koçar’ın eserinde, epik kahraman sasunlu david’in (sasun: batman’a bağlı ilçe) at üzerindeki heykeli, oldukça dar bir kaidenin üzerine oturtulmuş, “dar bölgede sıkışma” halet-i ruhiyesine gönderme yapılarak. atın bir ayağı, bir tas suyu devirmiş, bu da “halkın sabrının taştığını” simgeliyormuş.

doğu/güneydoğu anadolu’dan bahsederken aşağı mahalleden bahseder gibi teklifsizce “batı ermenistan” diyeceklerdir (resmi metinlerde kullanmaktan da çekinmiyorlar). köklerini, yahut köklerinden kazınmalarını ima ettiği sürece anlaşılır buluyorum. fakat sayısız yerde gördüğüm “harita çizme” noktasının en hafif tabirle “yakışıksız” olduğunu kısa zamanda anlamalarını ümit ediyorum.
“çizdiğiniz batı ermenistan haritası, ayrılıkçı kürtlerin çizdiği kürdistan haritasıyla aşağı yukarı aynı” deyip çaktım doksana, milliyetçilik/yayılmacılık/haritacılık üzerine bir an düşündüler.

yanlış anlaşılmasın: başka ülkelerin toprakları üzerinde ciddi ciddi hak iddia etme yaklaşımının küçük bir azınlığa ait olduğunu belirtmeliyim. anladığım kadarıyla daşnakların temsil ettiği bir küçük grup, yalnız türkiye değil, gürcistan, azerbaycan ve evet, iran toprakları üzerinde de hak iddia ediyor; “üzerinde ermenilerin yaşamış ve yaşıyor olduğu her yer” gibi akıldan yoksun bir mantık. “allah ıslah etsin” demek, ve ciddiye de almamak gerekiyor. bizim ülkücüler bile böyle söylemlerden çoktan vazgeçtiler.


din


“milletçe hristiyanlığı kabul eden ilk topluluk” olduklarını söylemekten çok keyif alıyorlar; birkaç kaynaktan kontrol ettim, doğruymuş. “aydınlatıcı krikor” imiş bu işin önayak olanı.
dindar insanlar. ortodoks hristiyan olduklarını düşünmek yaygın bir kanı, fakat “ortodoks değil apostolikiz” itirazıyla karşılaşıyorsunuz. bu “apostle”lar isa’nın 12 havarisi. hristiyanlık dini üzerine derin bir bilgim yok, o yüzden havarileri bir başka seviyor olmak dışında apostolizmin ortodoksluktan nerede ayrıldığını bilemeyeceğim.

ermenistan’daki son pazar günümde, ülkenin dini merkezi olan –erivan’a da çok yakın- eçmiadzin'e, “ana kilise”de yapılan pazar ayinine gittik.
eçmiadzin - "ana kilise"deki ayinden
bu kadar mı şanslı olunur, 7 yılda bir yapılan “myron” (vaftizlerde kullandıkları bir yağ) kutsama ayinine denk gelmişim. önemli bir tören olduğu için, başta ortodoks kiliseleri olmak üzere, başka ülkelerden de kilise büyükleri vardı (iki gün önce televizyonda aynı şahsiyetlerin soykırım anıtı’nı ziyaret ettiklerini görmüştüm. resmi konuksanız, anıt’a gidiyorsunuz bir kere).
töreni yöneten kilise büyüğü, “sayın misafirlerimiz hoşgeldiniz şeref verdiniz” faslından sonra “ermenistan ve diaspora ermenileri olmak üzere tüm dünyadaki ermenilerin birliği”nden falan bahsetmeye başladı. dinle aram pek yok, milliyetçilikle aram ondan kötü; derhal canım sıkıldı duruma. ilk aklıma gelen de şu oldu: bizim memleket öyledir böyledir, türk evladı ne dindarlığına ne milliyetçiliğine toz kondurur ama, cübbeliyi de kalkıp konuşturmazlar öyle “türk dünyası turan rüyası” falan diye. yiğidi öldür hakkını ver.
biraz sakinleşince düşündüm ki, adı üzerinde “ermeni kilisesi” bu. böyle koyunca, çok da ekstrem/antilaik bir durum değil. neticede apostolik kilisesine mensup olmak, ermeni milleti mensubu olmanın bir numaralı kriteri olmuş yüzyıllar boyunca.

tören bitince, sevgili din büyükleri, hepsi siyah ve dünyanın parası jiplerine binip uzaklaştılar. diğer hristiyanlar minibüse bindi.

kilisedeki bir başka enteresan hadise: bir baktım, önümde yaka kartında yunan bayrağı ve ismiyle bir genç duruyor. safım ya ben, “vay, ta ermenistan’ın ta eçmiadzin’inde komşu buldum” naifliğiyle “yunan mısınız? merhaba ben de türkiyeliyim, adım tolga” diye sevinçle elimi uzattım. elim bir süre havada kaldı, çünkü komşu bayağı bir kafasında tarttı olayı, sonra güç bela gülümsemeye çalışarak “memnun oldum” deyip elimi sıktı. belki ingilizcesi zayıftı, belki çok hayalkırıklığına uğradı çocukcağız. yine de şimdi burada “eleman kalkıp gelmiş ta ermenistan’lara; aklısıra türk düşmanlığı ortak paydasında buluştuğu memlekette, hem de büyük bir pazar ayininde türkiyelinin biri çıkıp dost elini uzatıyor, arıza yaptı tabi” diye atıp tutmayacağım. münferit bir kötü örnekten yola çıkıp yunanlılar hakkında genelleme yapmamalıyız. şöyle özetleyelim: kilise ayininde bir yunanlı da vardı, bayağı sevimsiz bir arkadaştı.

şirin bir adetleri var: her meyvenin ilk hasadında, hangi meyveyse kiliseye bir sepet getirip kutsuyorlar. gözümle görme şansına da eriştim.


yeme-içme


“sokakta türk, mutfakta ermeni, yatakta rum” diye formüle ettikleri bir özlemi varmış osmanlı erkeklerinin. o kadar uzun süre kalmama karşın, mutfakla ilgili lezzetleri son günün akşamına kadar tadamadım: geleneksel mutfağı sunan restoran ara ki bulasın. hatta önce çevremdeki gençliği suçladım “çok mu genç arkadaşlar edindim kendime, geleneksel yemek/müzik olan bir yere götüremediler” diye. hayalkırıklığına uğradığımı saklamayacağım. gerçi sonra düşündüm: bizim izmir’de de, misal, adımbaşı ege yemekleri/zeytinyağlılar gibi bir menüsü olan bir lokanta bulamazsın; ama yine de var biraz. erivan’da bizdekilere benzer kafeler bulursunuz, italyan/fransız mutfağı bulursunuz, lahmacun-döner bile bulursunuz –bol miktarda hem de- ama geleneksel ermeni yemeği evlerde. (lahmacun için: fena değildi, daha iyi olabilirdi. ama derhal ayran ihraç etmek lazım, hiç becerememişler.)

iki şeyin (kültürünün) olmadığına çok şaşırdım. bir kere, çay alışkanlıkları yok. yüzyıllarca anadolu ve rus kültürleriyle yarenlik etmiş bir halk, çay isteyince “yeşil çay mı normal çay mı” diye sorsun, normal deyince de sallama çay getirsin, hayret bir şey. ve de: kahvaltı da yapmıyorlar iyi mi.. sokaklarda pişi poğaça falan satılıyor, ama öyle büfeler de 10’a doğru falan açılıyor. sordum, evlerde genellikle omlet yapıyorlarmış kahvaltı yapacaklarsa.
“her türlü melaneti türklerden öğrendik” demek, yapmayı sevdikleri bir espri. ama türklerle bin sene beraber yaşayıp çay içmeyi ve kahvaltı yapmayı öğrenememiş olmaları da türklerin kabahati olmayıversin..!

çay bahçesi görünümlü yerlerde bile alkol var. düzeltiyorum: “alkol bahçesi” bunlar aslında. sabahın 11’inde yan masamda bira içen adamlar var.
“kadeh kaldırma” mevzusu bizde olduğundan daha önemli bir ritüel: biri mutlaka kalkıp konuşacak.
*
hesap isterken “haşiv” diyeceksiniz, eşlik eden jestiniz: işaret parmağıyla havada düz veya yazarmış gibi bir çizgi; veya daha yaygını, baş ve işaret parmaklarınızı kullanarak çizeceğiniz küçük bir dikdörtgen.

bu arada: restoran, kafe, döviz bürosu gibi yerlerde, iyi hizmet falan beklemeyin. neden bilmiyorum ama böyle (sovyet dönemi yaramamış herhalde). müşterinin kalkıp, garsonun oturup muhabbet ettiği masadan menü istediğini, garsonun da hiç yerinden doğrulmadan “aa tabi” diye uzattığını gördüm.
patatesin yanına yoğurt isterseniz getiremeyebilirler mesela.
garson, gişe görevlisi vs.nin, gelen vatandaşla göz teması kurmamayı bu ölçüde başarması takdire şayan. servis kalitesi(nin düşüklüğü) çıldırtıcı boyut kazanabilir. misal: 'haşiv’i istediniz ya... hesabın gelmesi, ödedikten sonra para üstü beklemeniz, büyük ihtimalle hesaba eklenmiş olsa dahi %10 gibi bahşişi ayrıca bırakıp çıkmanız.. süreç yarım saati bulabilir, hazırlıklı ve sakin olun.

“kilikia” diye bir bira markası var, bizim ağız tadımıza uygun (“malatya” diye de bir mahalle var bu arada).


sokakta – insan tipleri ve gerisi



bir izmirli için muhteşem bir nostaljik sürpriz: troleybüs var! ve şaşmaz şekilde, garibim şoförün inip bir şeyleri tamir etmesi..!





popülasyonun üçte ikisinin bayan olduğunu söyleyerek başlamak lazım galiba. “adamlar nerede” derseniz, eski rejimin çöküşü ve bağımsızlığın ilanından beri istihdam trajik ölçüde daraldığı için, yüzbinlerce erkek yurtdışında çalışıyor, 40-50 bin kişi de türkiye’de (evet efendim, türkiye’de). bu ‘kadın toplumu’ durumunun doğrudan sonuçları da şunlar olmuş:

- bir kere, bekar erkekler için cennet olmuş, doğal olarak.
- el tutacak adam kıtlığı olduğu için, sokaklarda elele dolaşan kızlara rastlıyorsunuz.
- kadın işgücü yoğun. gazetecilik gibi birtakım sektörlerde çoğunluğu oluşturmalarının yanısıra, park/bahçe sulayan kadın belediye işçileri de görebilirsiniz.

şimdi.. yengenizi kızdırmadan nasıl anlatacağız bilmiyorum ama, başlayalım bakalım.. kızlarıyla meşhur izmir dahil olmak üzere, bu kadar bakımlı bir genç kız kitlesini hiçbir yerde göremeyeceğinizi garanti ediyorum. hepsi, günün herhangi bir saatinde, şık bir restorana akşam yemeğine gider gibiler.

bir dakika beyler, heyecanlanmayın: sadece bakabilirsiniz, gerisine hiç heveslenmeyin. anadolu ve kafkaslar coğrafyası insanlarından sözediyoruz, gayet muhafazakar bir toplum bu. evlenmeden eğlenelim coşalım, yok öyle. dahası: “parayı koyacak yer bulamıyorum” havasıyla ortada dolanan zengin piçleri dışında, kızlara yan gözle bakan bir allahın kulu yok.
oğlan çocuklarına gelince... istisnaları tenzih ederim, ama.. yani kalp kırmak da istemiyorum, anlıyorsunuz değil mi.. tezat sanatından seçmelere buyrunuz: o manken edalı süslü püslü kızların yanında, siyah rugan ayakkabısının üstüne siyah klasik pantolon, siyah kemer, onun da üstüne kısa veya uzun kollu, baklava veya kilim desenli t-shirt giyip pantolonunun içine sokan doğulu çocuklar. gözleriniz alışmıyor kolay kolay, “nasıl yani” diyorsunuz.
aslında genç olsun yaşlı olsun, tarz olarak erkek giyimi/görünümünün türkiye’dekinden çok da farklı olduğunu söyleyemem. şehirli oğlanlar bizdeki gibi rahat/spor giyiniyor. erivan dışında bir “tepeden tırnağa siyah giyerim abi” durumu var.

eşcinsellik ciddi bir tabu. şöyle diyeyim: standart buysa, bizdekine pek tabu denemez.
(bir parantez açalım: hasbelkader bir sene sınıf arkadaşlığı yaptığım genç ve meşhur bir yazarımız, “ermenistan’da mavi giyimin erkekte eşcinsellik anlamına geldiği”ni yazmıştı. efendim hikayenin aslı şuymuş: rusça’da “açık mavi”, aynı zamanda eşcinsellik manasına gelirmiş. burada da 1.yabancı dil rusça ya, şakası yapılırmış mavi giyene. budur efendim.)

tiplere gelince.. hiç uzatmadan: nüfusun %90’ı için konuşuyorum, alın getirin, türkiye’de uygun göreceğiniz bir şehrin bir caddesine koyun, ağzını açıp ermenice konuşana kadar kimse farketmez, arada kaynar gider.
“ay ne kadar da benziyoruz” değil basitçe: bizim de üzerinde yaşadığımız “eski dünya” toprakları buralar, halklar binlerce yıldır birbirine karışıyor (“türk geni”nin, anadolu gen kompozisyonunun %10-15’ini teşkil ettiğini de not düşeyim fırsattan istifade). ben de, yukarıda tasvir ettiğim şekilde, hiç ama hiç dikkat çekmedim, hemen herkes “ermeni’ye benziyorsun” dedi.
*
- yollarda dilencilere rastlayacaksınız. orana vurulursa bizdeki kadar değil sanırım.

- ingilizce konuşan birini bulduğunuzda seviniyorsunuz. eski rejimin bir mirası olarak, rusça hala en yaygın yabancı dil. orta ve üzeri yaş grubunda türkçe bilenlere de rastlanıyormuş, ben bir kere tesadüf edebildim.

- cep telefonları dağ başında bile ful çekiyor, nasıl başarmışlar bilmiyorum. internet probleminiz de olmaz, bol miktarda internet kafe var (yalnız kafanıza göre gidip bir bilgisayarın başına oturmayın, kaç numaraya oturacağınızı onlar söyleyecek).

- küçük kuaför dükkanlarında kadınlarla erkekler sırt sırta işlem görüyor. bayan kuaför erkek saçı kesiyor. hiç alışık değiliz ya, durup seyrettim biraz.

- tevos’la “türkoloji“ bölümünün dersini bekledik misafir olmak için, ders başlamadı. öğretim üyelerinin rüşvet almasının olağan bir durum olduğunu hayretle öğrendim.

- her yıl nüfusun yarısı kadar turist geliyormuş, çoğunluğu diaspora ermenileri midir acaba? hah, yeri gelmişken: ermenistan vatandaşlarıyla kurabildiğiniz diyaloğu diaspora mensuplarıyla hayatta kuramayacağınızı da bilin. bizde her lafın başına “sözde” sıfatı getiren kafa neyse, diasporadakilerinki de o. laf anlatamazsınız, dinlemek istemiyorlar; yormayın kendinizi.

- ilk günümün akşamı, opera binası’nda devlet halk dansları topluluğu’nun gösterisi vardı. sabah saatlerinde yer sorduğumuzda iki kişilik yer kalmıştı. akşam saatlerinde otobüslerce insanın geldiğini gördüm. turist otobüsleriydi gördüklerim, memleketlerini ziyarete gelmiş diaspora mensupları olabilirler, orta yaş ve üzeri bir insan kalabalığı. kılık kıyafetleri de, türkiye’de sokağa çıkınca gördüğünüz teyze-amca tiplerinden zerre farklı değildi.

- ben gitmeden kısa bir süre önce “erivan’da cazın 70.yılı” (yazıyla: yetmiş) diye bir etkinlik yapıldı. her sene “altın kayısı film festivali” düzenleniyor. uzatmayayım: neredeyse her gün bir etkinlik var, kültürel faaliyet fışkırıyor her yandan.

- pet şişe harcaması abes: sokak çeşmeleri var her yanda.

- sokaklarda pek çocuk göremedim, ben mi denk gelmedim acaba..

görülecek yerler

- koçar müzesi: mutlaka görünüz. benim gibi güzel sanatlarla ilişkisi zayıf bir adam bile çok hoşnut kaldı. resimde “hacim yaratma” üzerine kafa yormuş mucit bir adam. rehberin “dördüncü boyut” falan gibi sanatsal vıdıvıdılarına kulak asmayın, keyfinize bakın.
- parajanov müzesi: şahıs için “sinema yönetmeni” diyeceğim, ayıp kaçacak. müze bir görsel şölen, ağırlıklı olarak “kısa bir film” diye nitelediği kolajlarından oluşuyor: cam ve porselen kırıkları (kendi kırmış galiba), deniz kabukluları, iğne-iplik, incik-boncuk, takılar... resimleri, ve kolay kolay kategorize edemeyeceğiniz başka eserleri de var: hapishanede çizdiği irice pul büyüklüğünde portreler (“pul” demiş adına zaten), süt şişelerinin alüminyum kapaklarından “thalers” dediği işleri (soldaki resim)..
‘89’da istanbul uluslararası film festivali’ne katılmış, bir yıl sonra da ölmüş. ara güler’in çektiği bir fotoğrafı var müzede. pullman oteli’nde kaldığını anlıyoruz: otelin antetli kağıdı üzerine bir istanbul resmi yapmış ki, görmelisiniz (cep kamerasıyla fotoğrafını çekmeme göz yumdular. sağdaki resim.)
benim gibi işgüzarlık edip “eşcinselmiş” bahsini açmayın, kendinize kalsın; dediğim gibi muhafazakar memleket, sevmiyorlar öyle muhabbeti, şarlıyorlar hemen: “evet ruslar da öyle ‘suçlayıp’ hapse atmışlar işte!”

- devlet sanat müzesi’ni çok methediyorlar. kılavuz karga varduhi’yle gittiğimiz için, girişini bulamayıp döndük. iki de içki fabrikası var, ziyaretçi kabul ediyorlar; o kadar süre kalıp gidememek benim eşekliğim. ikinci büyük şehir gümrü’yü ve sevan gölü’nü de hava muhalefeti yüzünden göremedim. "matenadaran" isminde eski el yazmalarının olduğu bir müze var; küstahlığımı bağışlasınlar, çok sıkıcı.
- bit pazarı: kimin niye alacağını anlamadığım elektrik ve sıhhi tesisat hurdaları, ve hakikatten bayağı kitch resimler var. ama takı, masa süsü vb.hediyelik eşya için hararetle tavsiye ederim. cumhuriyet meydanı’nın sağından devam edin, sağda ileride.
- lori: gürcistan sınırında bir eyaleti ermenistan’ın. az da cahil cesaretiyle, daha 3.günümde, büyükelçiliğimizin olmadığı bir memlekette dağ gezisine gittim (arkadaşlarımla tabi). ermenistan’da geçirdiğim 11 gün içerisinde kendimi “yeni” bir yerde hissettiğim tek gün buydu, benim coğrafyama göre gerçekten değişik bir yer: yüksek dağlar, aralarından akan ırmaklar, her taraf yemyeşil... ve kayalık dağların tepesinde, uçurum diplerinde, hepsi küçük birer sanat şaheseri olan kiliseler.
uçurumdan inmeyi gözüm yemedi, yukarıda kaldım. insan kazara akıllı tercihler yapıyor işte: benim gibi rahatlarına düşkün 4 genç bayan, şaraplı sofralarına davet ettiler beni (birincil motivasyonları şarabı açtırmaktı, ama olsun).
- che bar: taş çatlasın 40 m2. bira sanıyorum market fiyatından, ithal züppe içkileri (bailey’s vs.) 4 usd civarında. “kar etmek için değil, gönlünce mekan sahibi olmak için açmış adam” desem sanırım mübalağa etmiş olmam.
lübnanlı ermeni, barmen mi patron mu olduğunu ayırdedemediğim adama kendimi sevdirmek için yapmadığım şirinlik kalmadı: facebook’taki profil resmimin che&fidel fotoğrafı olmasından, che t-shirtlerimden falan bahsettim. ne kadar başarılı oldum bilemiyorum, adamın yüz hatları neredeyse hiç oynamıyor (lübnanlı ermeniler de türk ‘sevgisi’ alanında önde gidenlerdendir, bu arada). tabi oturur oturmaz kimsenin ingilizce bilmediği varsayımıyla iki duvar yazısına çamur atmaklığımı hesaba katmalıyım.
ilk gidişimde, hesabı ödedikten sonra adamı “burası hep hayalini kurduğum yer” diye tebrik ettim. son gidişimde, aynı akşam türkiye’ye dönüyor olduğumu söyledikten sonra, bir önceki ziyaretimden kalan bir içki borcum olduğunu söyledi. ödemeyi yaparak ve ne yaparsa yapsın onu sevdiğimi söyleyerek karşılık verdim.
spor kıyafetiyle kimseyi sokmuyor, içeride fotoğraf çektirmiyor, 12’den sonra kimseyi almıyor: prensipli adam. bir sohbetimizde, herkesten bekleyebileceğiniz “sınırı açacaklar mı” sorusunun ardından, “rusya-gürcistan ilişkileri üzerine fikrimi” sordu, onore oldum. meğer şunun için sormuş: gürcistan yolu güvenli olmaktan çıkarsa, türkiye ermenistan sınırını açmaya daha da sıcak bakarmış. çıkarımları akla yakın olmasa da kafa yoran insanları seviyorum.

- bizde son zamanlarda iğrenç bir moda çıktı ya, mezar taşlarına rahmetlinin resmini kazıyorlar, aynen burda da var. bunlar taş işçiliğinde falan büyük ustalar malum, buradan mı geçti bize acaba..


folk-lor


son akşamımda bir ermeni restoranında. fotoğrafta türk gözüne en yabancı gelebilecek şey ben olabilirim.

“sen gelmez oldun”un bizde de sağda-solda duyabileceğiniz enstrümantal versiyonunu dinleyebilirsiniz oturduğunuz bir mekanda. bizdeki arabesk/fantezi/tavernaya denk düşen berbat bir pop tarzı da mevcut (ukalalık yapmazsam çatlarım: o “fantezi” lafı nerden çıkmış biliyor musunuz... “dünya tersine dönse vazgeçmem” gibi şarkı sözleri var ya, ordan: “dünyanın tersine dönmesi fantezisi”, anlıyorsunuz değil mi... neyse ağzımızı bozmayalım.)

muammer ketencoğlu’nun nefis bir tespiti var: “ulusların müziği yoktur, coğrafyaların müziği vardır” diye. ey edirneli, izmirli, muğlalı vatandaş, bir düşün bakalım: geleneksel ezgileriniz erzurum türkülerine mi benziyor, yunan müziğine mi?
ermenilerin tarihi yaşam alanı kafkaslar’dan akdeniz’e uzanan bir bölge olduğu için, bizim “çerkez müziği/dansları” diye bildiğimiz şeyden, bizim “kürt müziği/dansları” diye bildiğimiz şeye kadar bir skalada uzanıyor geleneksel folklor (hani, “vay, bunu bizden çalmışlar!” sığlığı var ya, öylesi kimseye o lafı defalarca söyletir türden. ben de kendimi tutamayıp birkaç defa “birader bildiğin urfa yöresi bu?” vs.deyiverdim.) yalnız halk dansları pek bir fiyakalı, figürlerden kıyafetlere kadar, açın youtube’den bakın.

geleneksel müzik dediğimizde, gayet ağır, hüzünlü bir müzikten bahsediyoruz. saygım tüm içtenliğimle sonsuz; ama 70.doğumgününü kutlamaya george michael dahil herkesin geldiği civan gasparyan cd’si, bizde iki intihara sebep olan “bu akşam ölürüm”le aynı etkiyi yaratabilir.

and içmiştim “türkiye’den ermenistan’a gidip ‘sarı gelin’i söylemeyen ilk şahıs olacağım” diye, ilk oldum mu bilmiyorum ama yeminle söylemedim. bu kadar kendimi yorup size sayfalarca yazıyor olmamın sebebi de bu işte: ortalama türk’le ortalama ermeni, “sarı gelin”in çok ötesinde ortak paydaları olduğunu anlayıversinler artık bir zahmet.


futbol

kestirip atılabilir: bitmiş (ermenistan fifa sıralamasında da 90küsuruncu mu ne). bir süper lig maçına gittim (aynı tarihte ülkenin tek büyük derbisi de vardı; fakat iki takım da erivan takımı olmalarına karşın, maç anlayamadığım şekilde başka bir yerdeydi). gittiğim maç ülkenin en büyük stadında oynanıyor ("hrazdan", solda). giriş bedava. girene kadar, hatta girdikten sonra dahi, bir süper lig maçı oynanacağına dair en ufak işaret yok. koca stadda saha içindekiler dahil taş çatlasın 150 kişiyiz. başlama seremonisi sırasında yedekler hala şut çekerek ısınıyor falan.
bizim 2.lig b kategorisine tekabül edebilecek futbola tek devre tahammül edebildim. zaten maça gideceğimi duyan arkadaşlarım boşuna heveslendiğimi söyleyerek gülümsemişlerdi. millet seyrederse avrupa maçlarını seyrediyormuş.
yani tamam, futbol da çoktan endüstriyelleşip “paranın gözü kör olsun” sath-ı mailine girdi; ama bir eski doğu bloku toprağında bu iş bu hale gelsin, hakikatten hem şaşırtıcı hem üzücü. en azından biraz koşsalar diyorum. bak, topu görse bomba diye karakola teslim edecek ukrayna takımı, disiplinle, sadece koşarak beşiktaş’a dört çekti. neyse şimdi...


bitirirken - mesaj kaygısı olayı


barda tuvalete doğru seğirttim. arkamdan yetişen anadolu delikanlısının derdi anlaşıldı: kız arkadaşı içerideymiş, rahatsız etmeyeyim yani çaktın mı vaziyeti... döndüm –ikimiz de yeter miktarda alkollüyüz- “tamam” dedim, “ben türküm bu arada..!” baktı, “tamam, ben de ermeniyim” dedi, sonra delikanlılara has şekilde kavradık birbirimizin elini.

bu kadar, size anlatacağım.


bitti


sabahın köründe dönüş uçağımı beklerken düştüğüm not:
“zvartnots havaalanında istanbul uçağını bekliyorum. buradan ayrılıyor olmanın bu kadar hüzünlü olabileceğini düşünmemiştim. buraya bir tür “eski komşuları bulma” dürtüsüyle gelmiştim; ve buradaki halka, bu şehre, cadde-sokaklara, ve en önemlisi, burada edindiğim dostlara o kadar alışmışım ki, şimdi dönerken buraya tekrar geleceğimden son derece emin olduğumu hissediyorum.”

kardeşime sarıldığım gibi sarıldılar bana son gün vedalaşırken. hakikatten, bazı anları uzun uzadıya anlatmak ne gerekli, ne de mümkün..
*
ermenistan'a gitmenizi hararetle tavsiye ederim. amberin zaman’dan aktaralım: “globalizasyonun henüz kuşatmadığı, ama medeniyet seviyesinin yüksek, kültürel hayatın zengin, insanların az ama sıcak ve misafirperver olduğu”, “içi güzel” bir ülke ermenistan.
şöyle de anlatayım: yaşadığı ülkeyi ‘ülke’ olarak seven bir türkiyeliyseniz, ermenistan’ı sevmeme ihtimaliniz yok gibi. ben, daha ilk günümden itibaren, şu kadarcık yabancılık hissetmedim; kültüründen insan tiplerine kadar her şey o kadar tanıdıktı...

düşmanlık... ölümüne düşman olsalar, sınırın kapalı olması umurlarında olur muydu? türkiye sınırının açılması konuştuğum herkesin derdi.

bir ermenistanlıyla dost olabilirsiniz. düzeltme: ermenistan’da hemen herkesle dost olabilirsiniz. dostunuzu gıcıklığına kızdırabilir, ve “tolga, soykırırım seni şimdi ha!” karşılığını alıp kahkahalarla gülebilirsiniz. ben denedim, oluyor.
(siz aynı espriyi yapmıyorsunuz tabi ki, bu arada.)

arto tunç boyacıyan’ın ve birgün’ün hoşgörüsüyle alıntılıyorum. “onno tunç’un kardeşi” diye tanıtmanın ayıp kaçacağı müzisyen arto tunç boyacıyan demiş ki: “büyük ermeniler, büyük türkler falan yok. istemiyorum. önce insan olunmalı. sınıra yazmışlar: her türk asker doğar… ben de karşısına gidip yazdım; her ermeni insan doğar. gidip ruslar’a şikayet etmişler bizi. bana geldiler. kaldıracaksın, dediler. kaldırmadım… ayıp mı ettim? ben, herkesin kardeşçe sözler söylemesini ve barışçı bir ortamda yaşamasını istiyorum. böbürleneceğimiz tek yanımız kardeşliğimiz olmalı.”

*

son sözlerim olarak:


bana gelince,

evden izin alabilirsem, her fırsatta gideceğim. döndüğüm günden beri özlüyorum çünkü..

-şimdilik- kapalı sınırın ardında, ermenistan o kadar yakın, o kadar tanıdık, o kadar sevilesi bir yer.